top of page
Yazarın fotoğrafıZehra İlgün ÇAMLI

Şaibe Teyze (On birinci bölüm)

       

                                 


Şaibe Teyze, kızı Seçil, gelinleri Efsun ve Cansu ile birlikte Çağataylar’ın devasa salonundaydı Serra. Önlerindeki büyük servis tabaklarının sağ üst köşesinde buram buram kokan Kuyuşehir ciğeri, sağ altında kıymalı ve maydanozlu bir börek, sol üstünde tatlı ve tuzlu kurabiyeler, sol altında ise mor fasulye salatası vardı. Servis tabağının önündeki küçük tabakta ise Kuyuşeker’in fıstıklı baklavası… Ardından annesi ve Nebahat Hanım teşrif etti salona, ellerinde beyaz bohçalarla.

Nebahat’in yatak odasından beş kez salona taşınıp durdu bitmeyen bohçalar. Süslü, küçük bir sandık geldi sonra. İçinden en sevdiği markanın rujları çıktı. Kıpkırmızı sürdü dudağına. Parfümü orijinal kutusundaydı. Bohçaların ardından gelen şeffaf kutularda ise marka çantalar, ayakkabılar ve fularlar vardı. Derken İrem girdi içeri ve Serra’nın kulağına eğilip konuşmaya başladı.

“Selim’in annesi de beni iki pijama üç seccadeyle geçiştirdi. Gitmiş uyduruk çantayı koymuş bohçaya! Ben onu takar mıyım hiç be kadın! Şuna bak Serra bunların her biri sezonda 20 bin. Görgülü kadın tabii!” 

"Görgülü değil zengin," dedi Serra. 

"Yok öyle deme, görgülü de. Selim’in annesine ver parayı bu markaları bilip alamaz ki!"

Annen biliyor mu tüm markaları İrem? Abin evlenirse söyle bunlardan alsın. Aman ayıp etmesinler sana yaptıkları gibi! Hiç öyle bakma sen empati yoksunu bir egosun. Belli sınavları geçip bir diploma almışsın ve yine aynı yolla meslek sahibi olmuşsun işte! Ama sen de Şaibe Teyzemin dediği vampir dişli çığırtkanlardansın!

Nebahat seslendi “Gel Serra kızım. Bu bohça çok özel!". Şaibe Teyze, annesi ve Nebahat bohçanın etrafına oturdu. Nebahat besmele çekti. “Glodya Secret özel siparişim” dedi övünerek. Şaibe bohçanın en üstündeki dantelli alt çamaşırını aldı. “Glodya Secret danteli vazgeçilmez. Ölürken bile üstümde bu dantel vardı”. Nebahat güldü. Bohçanın altından pembe jartiyeri çekti. Buydu işte! Şaibe’nin üstündeki jartiyerdi bu!

“Pembe değil gül kurusu bu Serra,” dedi Nebahat. Şaibe ekledi: “Tam bu vardı üstümde. Keşke bununla gömseydiniz.”

Nebahat devam etti: “Beyazın altında bu renk hiç gözükmez. Gelinliğinin altına giy bunu. Çağatay böyle şeyleri sever. Babası da sever ondan biliyorum."

İrem ekledi: “Gelinlik de Mronovias değil mi? Selim utanmasa kirala diyecekti gelinliği.”

Nebahat Serra’ya yaklaştı. Jartiyeri üstüne tuttu. Annesi geldi, saçını okşadı Serra’nın.

“Yıllardır bugünü bekledim,” dedi. Şaibe oturduğu yerde Serra’ya bakıyordu. “Gül kurusu değil, parlak o” dedi. Kefenin altında gözükür müydü?

Saat 07.30’du. Serra yine kan ter içindeydi. Ve yine oh rüyaymış diyemedi. Hayatının en zor pazartesi günü olma ihtimali yüksekti. Ona göre davranmak gerekirdi ya! İnsanlarla arasına çelik zırhlar örmek, kimse yanıma yaklaşmasın, soru sormasın, acımasın, yıkıldığımı düşünmesin demek için belki, en ciddi kıyafetini giydi.

Dar beyaz gömleğinin üstünde siyah bir yelek, yeleğin üstünde kalçasının bir kısmını örten ceket ve siyah pantolon, siyah stiletto ayakkabılar… Gömleğinin açık yakasından parlayan pırlanta kolye. Özenle topuz yapılmış bir saç ve yine ışıldayan küpeler, kırmızı rujla nokta koyulmuş bir makyaj… Buram buram parfüm...

Ayakkabısının tıkırtısı tüm adliyede duyuluyor gibiydi sanki. Ya da herkesin gözü kulağı zavallı Serra’daydı. Yüzüne oturaklı bir gülücük yerleştirdi. Odasına yaklaşana kadar dört kez 'Günaydın,' dedi. En zoru da muzip gülüşü bu sefer neredeyse “Vay başına gelenler,” diye konuşmaya başlayacak olan İrfan’a dediği 'Günaydın'dı. Bu günaydın da “Çok iyiyim. Bir problem yok. Hatta sizin bir problem olduğunu düşündüğünüzü de düşünmüyorum,” diye konuşmaya başlayacaktı neredeyse.

İrem’in odasının kapısı açıktı. Masasındaki çiçeğin resmini bir de farklı açıdan çekerken Serra’yı gördü. 'Mış gibi yapma' zamanıydı. “Canım” diyerek gitti Serra’nın yanına. “Nasılsın?” 

"İyiyim tatlım sen?" dedi Serra. "Ben de” derken gözüyle çiçekleri işaret etti. “Selim’den… Sen de bir kısmına şahit oldun, canımı sıktı ya işte.” Sonra sesini kıstı. “Köpek oldu tabii sonra ama. Bilemiyorum yavaş yavaş affederiz belki. Bu arada Serra, ben o gün Selim’den öğrendim her şeyi. Aramızda kalacak merak etme. "

"Sen de merak etme. Yani Selim'le tartışmanız da aramızda kalır," diye ekledi Serra. “Sizin evden çıkıp gittikten sonra arayıp hâlimi sormanız bu kadar zor muydu? Tek derdin kocanla yaşadığınız kavgayı unutmam en azından kimseye anlatmamam!” diyemedi. 

Ne biriktirmişti ki bugüne kadar? İyi bir evlat, iyi bir abla, iyi bir arkadaş, iyi bir sevgili nihayetinde iyi bir insan olmaya çalışmıştı hep. Ve maalesef ki bunu kendini yormadan değil, didine didine yapmıştı. Peki ya bu iyi çocuk şirinleri görebilmiş miydi sonunda? Galiba hayır, açık açık hayır! Baksana cumartesi terk edilme korkusu ile ağlayan sevgilisi pazar günü arayıp sormamış,  belki de onu gözden çıkarmıştı.

Bir mont almadı diye kardeşi tarafından cimri ve bencil ilan edilmişti. Otuz yaşını dolduran kızının başıboş söylentiler yüzünden zengin ve yakışıklı müstakbel damadından ayrılacağını duyan annesi tarafından da tutarsız ve maymun iştahlı! Birlikte yediği, içtiği ve eğlendiği hiçbir arkadaşı aramamıştı şu iki günde.

Belki de en samimisi İrem’di. En azından olayı hangi nedenle olursa olsun Serra’ya söyleme ve Serra’nın yanında kocasıyla kavga etme samimiyetini göstermişti. Ancak elbette pişmandı ve şimdi Serra’ya ikimiz de unutalım diyordu bir anlamda. 

Sandalyeye yaslandı telefonu eline aldı Serra. İrem çiçeklerin resmini koymuştu. “Çok seviliyorsa birileri” yazmıştı. Kalp kalp kalp… Gülerken bir damla gözyaşı aktı gitti. Dünya galiba korkunç bir yerdi. Ölümler, savaşlar, hastalıklar ve hatta ihanetler nedeniyle değil bu samimiyetsizlik nedeniyle dünya korkunç bir yerdi! Ve bu samimiyetsizlik içindeki o müthiş saflığı, çocukluğunun pembe dizilerindeki gibi mutlu bir sonsuz getirmeyecekti ona besbelli.

Şaibe’nin dediği gibi o da vampir dişli çığırtkanların yanında boynu bükük kalmıştı işte. Onlar gibi olamamıştı. Çevresindekiler gibi… Onlar… Yaşamlarının azımsanmayacak bir kısmını diğerlerinden daha iyi yaşadıklarına ve daha mutlu olduklarına inandırmaya adamışlardı. Bazen buna kendileri dahi inanırdı.

Onlar için önemli olan herhangi bir şeyi başkasına yaptırmış olmayı başarmaktı. Her şeyden habersiz kır çiçekleri dahi elde edilmesi gereken şeylerdi onlar için. Kendileri çiçek toplamayı bilmezlerdi. Başarılarını abartarak anlatırlar, kusurlarını avuçlarında un ufak ederlerdi. Günahlarını küçümserler, iyilikleri için naralar atarlardı. En zorunu hem onlar başarmıştı. Diğerleri korkak, beceriksiz ve hakkını savunamayan, doğruyu söylemekten aciz insanlardı. Kendi yaptıkları ise dobralıktı. Doğru olmasını istediklerini gergin bir yaydan çıkmış ok misali diğerlerinin kalbine saplarlardı. Kalbinin acısından sayıklayanlar, onların kalbini kırmış olurdu.

Kendilerini doğuranlar ve büyütenler, kendileri gibi bir mucizeye vesile oldukları için üstündü. Çok değerliydiler. Değer, onlar için hoş davranışlarla kazanılmaz; kavga kıyamet alınırdı. Yüzlerine söylenmeyen yanlışlarını ya görmezlerdi ya da bir toz tanesi kadar dahi umursamazlardı.

Odasının açık kapısını tıklattı Fettah Komiser. Kırklı yaşları, saçlarına yer yer kırlar düşürmüş ağır oturaklı bir insandı. İrfan’ın muzip gülüşlerinin aksine büyük bir ciddiyet taşırdı hep suratında.

“Savcım, Şaibe Molla dosyası ile ilgili malumat vermem gerektiğini düşündüm size,” dedi. “Bildiğiniz üzere iki gündür fuhuş çetesiyle…” diye başladı.

Serra bir an “Nereden bileyim efendim” demek istese de beyninin mantıklı düşünmeyi henüz bırakamamış kıvrımları “Adam Çağatay’la alakalı konuşmuyor, işini hatırla lütfen! ” diyordu. “İnsanların işi gücü var Serra, senin aşk acını düşünmüyorlar yedi yirmi dört."

Fettah Komiser gelen çayın yanındaki iki şeker ve kaşığı tepsiye bırakırken devam etti: “Ferhan Paktepe ismi,” diyordu. “Ayrıntılı ifadesi tutanakta. Maktul Şaibe Molla ile ilgili beyanları üstünü çizdiğim gibi. Kanımca Adnan Molla daha çok şey biliyor”. Kalan çayını tek bir yudumda bitirdi Fettah komiser. Serra’yı yalnızlığı ile bırakıp gitti. Çay ocağını aradı Serra. 

“İkisi bir arada kahve alabilir miyim?” 

“Üçü bir arada mı?” 

“Hayır ikisi...”

“Tamam,  Selim savcının odası ?” 

“Hayır Serra ya Serra!”

Tüm dünya üstüne mi geliyordu? Bilmeden bastığı çiçekler mi intikamını alıyordu? Veya asla umursamadığı sararmış otlar? 

Önündeki ifadede çizilmiş yerlere baktı. “Evet” diyordu Ferhan Paktepe. “O listedeki tüm isimler gelir giderdi. Adnan Bey benimle vakit geçirirdi. Dostluğumuz yıllara dayanır.  Şaibe Hanım’ın öldüğü gün de yanımdaydı kendisi. Telefonda haberi alınca büyük bir telaşla koştu o gün. Karısıyla kavga edip geldi diye vicdan azabı çektiğini söyledi en son. Bir daha da gelmedi.”

“Adnan Molla” dedi içinden. Sahi ya hâlâ internette miydi acaba? İşte buydu o video. Tüm iğrençliği ile buradaydı. Renkler seçilmiyordu ama kadının üstündeki pembe miydi? Gül kurusu mu? Parlak mı, değil mi? Bu kadın Ferhan Paktepe miydi?

Parmaklarını çıtlatırken elinde kahve ve mis gibi kokular yayılan bir saklama kabıyla katip Büşra belirdi kapıda.

“Hasan abi kahve getiriyordu size, yanınıza geliyorum diye ben aldım,” dedi. Dereotlu poğaçalarla dolu kabı açtı. Masanın üzerine koydu. Serra’nın gözlerine baktı. “Siz çok sevmiştiniz daha önce bunu. Sabah yaptım sıcak sıcak yiyin diye.”  Serra’nın dolmuş gözlerine baktı. Poğaçalardan birini peçeteye sarıp uzattı. Çekinerek “üzülmeyin” dedi. “Her şey gelip geçer. Dün bütün gün dua ettim sizin için."

Serra engelleyemedi gözyaşlarının bir yağmur olup akmasını. Kalktı sarıldı Büşra’ya. “Teşekkür ederim,” diyerek.

Dereotlu poğaçalar masanın üzerinde dünyada samimiyetin hâlâ var olduğunun bir nişanesi olarak göz kırpıyordu.

Zehra İlgün ÇAMLI

0 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Sürpriz

Memeli Mestan

Comments


bottom of page