Günün son ılıman ışıkları kasabanın üzerinde dolanıyor, evlerle mezarlığı ayıran ırmağın yüzünde can çekişen gölgeler salınıyordu.
Yönünü ırmağa dönmüş, sıralı, iki katlı, kerpiç evlerin camları karşıdaki mezarlığa bakardı. Bu evlerden birinin cumbasındaki minderde yaşlandıkça ufalmış, eli yüzü derin kırışıklarla bezenmiş Hasibe; gözlerini kapamış, başı yana düşmüş, neredeyse bir saattir öylece duruyordu. Beyaz yaşmağının pulları yer yer solmuş gelini, odaya açılan mutfakta su dolu leğene doldurduğu güllerin yapraklarını azar azar koparıyor, kopardığı yaprakları makasla kesip ufaltıyordu. Birden gelinin içine bir kurt düştü. Kaynanasının öğle yemeğini yedikten sonra oturduğu yerde hiç kımıldamadan durduğunu fark etti. Yapraklarının çoğunu kopardığı gülü elinden bırakmadan kaynanasına doğru sokuldu. Üzerine doğru eğilip tedirginlikle bakmaya başladı.
“Daha ölmedim,” dedi Hasibe gözlerini açmadan. Gelin geriye doğru sıçradı.
“Ana, çok korkuttun beni!”
“Asıl ölseydim o vakit görürdün korkmayı.”
“Aman ana, gözünü seveyim ne olur evde ölme. Eve barka giremem daha.”
“Yavrum, benim başka evim mi var? Nerede ölecem ben. Emme ölürsem sakın hastanelerde eziyet verdirmeyin. Ölmüşüm işte ne güzel, bırakın yatayım. Başınıza bela oldum. Pidemi çok yaptırın ha, herkesler doysun. Helvamı da bolca kavurun.”
Bir yandan konuşuyor bir yandan aşağıda oturan komşularına bakıyordu. Bileğindeki iki bilezikten kalınını gelinine göstererek:
“Bunu alt üst param yapın. Ötekiyle de yedimde, kırkımda yemek verin. Aşçı tutun, sen yorulma. Bunca yıl kahrımı çektin zati.”
Gelin, onu dinlemeyi bırakıp solgun güllerin başına çoktan dönmüştü. Bu sözleri her gün defalarca dinliyordu.
“Sen ne yaptın? Reçele başladın mı? Ben de yardım edeyim sana.”
“Sen dur ana, ben yapıyorum.”
“Sen dur, sen dur. Sendur kodular bu yaştan sonra adımı. Yaprakların dibindeki beyazlıkları kesmeyi unutma ha! Sarı tohumları da bulaştırma yapraklara. Kaynarken yapraklar beyazlaşırsa maasime, sonra yine gelir onların rengi. Neyse ben komşuların yanına ineyim. Güllerin de eskisi gibi ne kokusu kaldı ne tadı. Oğlum da pek severdi gül reçelini. Ah gurbetlik ah!”
Hasibe duvarlara dayalı somyalara tutuna tutuna odadan çıktı. Gelinin onu duymasına imkân yokken bile anlatmaya devam etti bir ömür zihninin biriktirdiklerini. İç bahçedeki gülleri kesilmiş dallara acıyarak baktı. “Ufacık torunum koynumda yatarken öldü gitti de ben ölmedim. Keşke onun yerine benim canımı alaydın.” Evin çift kanatlı ahşap kapısını güçlükle açtı. Bir elinde bastonu öbür elinde kirmeni, kolunun altında bir topak yünle evin dış kapısından çıktı.
Cumbalı evin dış duvarına dayalı tahta sedirin üzerine; mahallenin görmüş geçirmiş, ununu elemiş, eleğini asmış, kocalarını toprağa vermiş, evlatlarının mürüvvetini görmüş, yaşları haddi aşmış ahretlikleri Şerife ve Emine oturmuş, romatizmalı dizlerini ikindi güneşinde ısıtmaya çalışıyorlardı.
Şerife’nin ışığı çoktan gölgelenmiş, mavileri bulanmış gözleri; ırmağın karşısına iki yeni mezar kazan adamlara dikili, beş küçük şişle ezberden çorap örüyordu. Emine de gözleri aynı yerde, elindeki tespihi mırıl mırıl çekiyordu.
“Bu zamanınız hayırlı olsun, komşular. Şuraya gelene kadar ferim fetim kesildi.” diyerek iki ahretliğinin yanına oturdu Hasibe.
“Bu mezarları kime kazarlar biliyon mu Hasibaba?”
“Gıdışların Haceli hasta deyip dururlardı ya öğlene doğru göçmüş.”
“Aman, görüyonuz mu? Netcen gari? Yerinde utanmasın, nur içinde yatsın.” dedi gözlerini şaşkınlıkla açan Emine.
Şerife: “Dün benim oğlanla iki dıkım yemek yolladıydım. Her gördüğünü tembihlermiş ya benim oğlanı da tembihlemiş. ‘Alt üst paramdan sakın ha dul avratlara vermeyin.’ demiş. Yattığı yerden ilenip durmuş öyle.”
Emine kendini daha fazla tutamayıp sinirle girdi söze:
“Vay, kokmuş! Evlenmek için haber yollamadık dul avrat koymadı mahallede. Seni kim netsin? Avradının kıymetini bileydin de erkenden öldürmeyeydin! Dul karılar götürsün seni emi! Bak hatırlarım, karısı sağken sarman kediyi kucağına alır, ‘Şu kediyi karımdan çok severim inan olsun.’ derdi. Şükür Allah’ıma herifleri gömdük de iki gün yüzü gördük.” derken eski sıkıntılı günleri aklına geldi de hızlı hızlı çekti tespihini Emine.
Hasibe dirseğiyle dürttü Emine’yi.
“Sus gız, öyle deme. Allah’ın gücüne gider.”
“Niye gidecekmiş? Allah bilmiyor mu fenalıklarını. Gece gene rüyama geldi. Gencelmiş, sarı bir göynek giymiş. Hiç bakmadım ona doğru. Rüyamda bile göresim yok.”
“Soğanın başını kes. ‘Gelme bir daha!’ diye bağırarak fırıldatıver kapıdan dışarı. Bak bir daha gelebiliyor mu?”
“Sen öyle mi yaptın Hasibaba? Senin rahmetli gelmez mi rüyana?”
“Yok, ben öyle yapmadım da yapanlardan duydum bunu.”
Gülüştüler.
Hasibe ırmağın karşısına yeniden bakınca gülüşü donup kaldı. Üstünden soğuk bir ter boşaldı.
“Biri Haceli’nin mezarı da öbürü kimin acep?”
Hepsi sessizce düşündü. Şerife içini çekti:
“Geçen kaynanamı gördüm ben de.”
“Hayır getirsin, hayırlara çıksın inşallah.”
“Öldüğünü biliyorum. O, çok korkardı mezara girmekten, siz de bilirsiniz ya. Odaların kapılarını bile örttürmezdi. Banyosunu bile kapısı açık yapardı da gülerdik. Pek bunaltılıydı rahmetli. ‘Ana, zorlanıyon mu?’ diye sordum. ‘Yok be, öyle korkuttukları kadar değilmiş.’ dedi de bana bir ferahlık geldi. Bacım, kardeşim hep öldü, bir ben kaldım.”
“Allah ölümün de hayırlısını versin,” dedi Emine. “Kösnülerin Fadimaba öldü de kıskandım. Gız ölüm kıskanılır mıymış? Kıskandım işte. Evine vardım ki oğlu, kızı oturmuş ağlaşıyor. ‘Susun,’ dedim azarladım hepsini. Kadir gecesi sabaha kadar dua edip, sabah da canını teslim edene ağlanılır mı? Kime nasip olmuş ölümün böylesi? Ah, güzel Allah’ım! Bize de böyle ölüm versen, ne olur?”
“Âmin…”
“Âmin…”
Alaca bir kedi ayaklarını sürüye sürüye geçti cami tarafına. Camiye bitişik yapılmış kerpiç evin dik basamaklarını süratle inip kendilerine doğru hızlı hızlı gelen genç kıza gıptayla baktılar. Kızın yanaklarının alı, feri kesilmiş gözlerine doldu. Bir iç çektiler.
“Gelen Topal Hafız’ın kızı değil mi? O bilir yiteni, gideni. Yanaşsın da ona soralım Hasibaba.”
“Ayten kızım dur hele. İki mezar kazdılar. Bunları kime kazarlar biliyon mu?”
“Birini Haceli emmiye kazdılar ya öbürünü bilemedim Emine nine. Acelem var kusura kalmayın,” deyip hızlı hızlı yürümeye devam etti Ayten.
“Yalan dünyanın telaşı biter mi? Koş bakalım yorulana dek.”
Sokağın köşesindeki yeşil caminin avlusundan takkeli, şalvarlı, yüzleri yerde adamlar çıkmaya başladı. Serin bir rüzgâr; güzellikleri solup yitmiş, renkleri bozarmış yaprakları ırmağa doğru sürükledi. Önde İmam Topal Hafız ağır ağır ırmağın üstündeki taş köprüye doğru yürüyor, ardında cemaat omuzlarında Gıdışların Haceli’nin cenazesini sessizce taşıyor. Kadınların içi cız etti. Haklarını helal ettiler. Tüm öfkeleri dağılıp gitti. Hepsi kendi ölümünü düşünüp ürperdi. İşleri ellerinde donup kaldı.
Şerife mezara doğru bakarak, her gün komşularıyla tekrarladıkları duaları, âminler eşliğinde söylemeye başladı:
“Göğsümüzde iman ile dilimizde Kur’an ile…”
“Âmin…”
“Âmin…”
“Yuduğumuz yunakla, pişirdiğimiz aşla…”
“Âmin…”
“Âmin…”
“Üç ayların birisinde, toplamanın sürüsünde…”
“Âmin…”
“Kapılara baktırma, oğlum-kızım dedirtme…”
“Âmin…”
“Üç gün yatak, dördüncü gün toprak nasip et Allah’ım.”
“Âmin…”
Hasibe’nin sustuğunu, kirmenin ırmağa doğru yuvarlanıp gittiğini görünce anladılar.
Elif DİRİCAN
Comments