top of page
Tuba AKGÜL ÖZGÜR

Hülüpürt



Aysız gece, ortalık zifiri karanlık. El yordamı ile kapı kolçağını tutuyorum. Gıcırdamasın diye ağır ağır kapıyı aralıyorum. Avluya çıkıyorum. Sokak kapısının sağ kanadına asılmış lüksün kıvrak aydınlığı hela kapısına vuruyor.

Hela ile işim yok. Yatmadan evvel su içmem yasak. İki saat evvelinden içmiş, hacetimi görmüşüm. Lakin ağzım kupkuru. Bir tas su içsem gören olur mu?

Olmaz, dede horul horul uyuyor. Anne ile nene bütün gün kilo kilo domates doğramış, kışlık salça ile uğraşmış. Top patlasa uyanmazlar. Parmak uçlarıma basa basa küpe doğru yürüyorum. Üstündeki tası alıyorum, kapağını kaldırıp içine daldırıyorum. Küp boş, varsa da dibinde, elim yetmiyor. Vazgeçip yatsam mı?Yok, yatamam. Bir  damlacık su içmesem yatamam. Öyle baktım öyle baktım ki nenenin duvarda asılı tavus kuşu kilimine, bir türlü uyuyamadım. Kaç koyun atlattım çitlerden, yine de uyuyamadım. Sonra dua ettim Allah’a, bana bir lokmacık uyku versin diye, çok dua ettim. O da vermedi. 

Dede küpü kuyudan dolduruyor ama kuyudan korkarım. Nene dedi ki yaklaşmayın kuyuya, içinde Hülüpürt var. Kafasını uzatan çocukları yutarmış cadı kadın. Etrafında gezsem yutabilir mi ki? Gezerken, zincire bağlı bakır kovayı atsam içine. Tepesindeki çarkı yandan yandan çevirsem, fazla eğilmeden su dolu kovayı çıkarıversem içinden… Ohhh buz gibi su… Çeksem kafama, mışıl mışıl uyusam sonra.

Attım kovayı, çark kendiliğinden döndü. Gıcır gıcır gıcırdadı. Aman ne gürültü! Seslere kulak verdim. Dedenin horultusu dışında çıt yok. Hülüpürt de uyuyor bence. Kova aşağıda, içi su dolmuştur şimdi. Çarkı çevireyim madem. Off… Ağır ki ne ağır, dönmüyor. Dirseğimle ittireyim. İttireyim, ittireyim…. Hah, bir tur döndü, bir tur daha, ucu göründü sanki. Nedir o parlayan? Hülüpürt mü? Yok Hülüpürt uyuyor, kovadır o. Ha gayret, ha gayret der nene, ha  gayret deyince  olduruverir her bir işi... Son bir kaç tur, çıktı çıkacak… Fakat o da ne, dirseğim kaydı, çark tersine dönüyor, ben dönüyorum, karanlığın içine gömülüyorum..

“Anne yetiş, annnee Hülüpüüüürt!”

Pırıl pırıl aydınlık bir çarşı.Uzaktan çekiç sesleri geliyor.Sese doğru yürüyorum. Bir yanda bakırcılar, bir yanda kalaycılar. Aralarındaki dar sokaktan giriyorum. Çekiçler çoğalıyor. Başım zonkluyor. Avuçlarımla kulaklarımı kapatıyorum, kesme taşlar üstünde düşe kalka koşuyorum. Genişçe bir meydana çıkıyorum.

Duvarlarında irili ufaklı tefler, rengarenk ziller asılı. Ne güzeller! Uzanmak istiyorum birine. Karşı yönden başı kefiyeli, sırtı kehribar abalı bir dev çıkıyor.

“Ne geziyorsun kız burda?”diyor.

“Kovam düştü, onu arıyorum,” diyorum.

Zincirli kovamı uzatıyor bana.

“Al sana kova. Bas git, gezme buralarda!”

Alıyorum koltuğumun altına. Koşar adım çıkıyorum meydandan.

Yüksek duvarlı daracık bir sokaktayım. Çarşı ardımda kaldı, burası mahalle gibi. Kulağıma kuş cıvıltıları geliyor. O yöne yürüyorum. Mavi camekânları eskimiş bir dükkân var ileride. Önünden geçiyorum. İçeride demiri paslanmış kafesler, ardında rengarenk kuşlar. Beni görünce kanat çırpıyorlar, birbirlerine çarpıyorlar, acı içersinde cikcikliyorlar, Kafesi  açsam uçabilirler mi? Elimi uzatıyorum.

“Kim var ordaaa!”diye bir ses yükseliyor dükkânın kuytularından.

Korku ile geri sıçrıyorum. Kanca burunlu, kambur duruşlu koca bir dev. Hiç böyle kambur görmemiştim. Hem sırtında tepe, hem göğsünde tepe. Üstü başı da kir pas içinde. İğreniyorum. Geri geri adımlıyorum. Eşiğe uzanacakken 'çat' kapı kapanıyor kendiliğinden. Kalan birkaç damla suyum da sızıyor apış aramdan. Beriki topallaya topallaya bana yaklaşıyor. Sol gözünü gözlerime dikip:

“Kimsin sen?” diye soruyor

“Şey... Teyze, ben… Ben kuyulu evin çocuğuyum.”

“Hmmm kuyulu evin aklı eksik çocuğu! Kafesi mi yokluyordun sen?”

“Yok, açılır gibi olmuştu da kilidi, kapattım iyice, uçmasınlar diye…”

“Çok mu sevdin onları?”

“Evet, pek güzeller.”

“Seni de kuş yapayım da atayım içine o vakit.”

“Yok ben gideyim, nenem bekler.”

“Gideceksen neye geldin? De hele kulağıma!"

İçi kıl yumağı koca kulağını uzatıyor suratıma. Eğiyorum başımı.

“Susadım, küpte su bitmiş.”

“Tamam, gir kafese, vereyim sana su.”

“Yok sıkılırım orda ben.”

“Sıkılmazsın, bir sürü kuş arkadaşın olur. Sonra çok güzel kanatlar yaparım sana. Böyle sarı, mavi, kırmızı… En güzeli sen olursun. Bir sürü talibin olur, boy boy yavruların olur, ekmek benden su benden yaşar gidersin..

“Ama uçamadıktan sonra kanatları ne yapayım ben teyze. Gitmek istiyorum, izin ver gideyim…”

“Kuyulu evin aklı eksik çocuğu sen de… Hiç aklın yok.”

Dönüyor sırtını. Bir şeyler aranıp da, bulamamış gibi tekrar dönüyor yüzünü.

“Uçacakmış! De hadi uç o zaman. Aç kal, susuz kal da gör bak neymiş uçmak!”

Başım önde kapıya yöneliyorum. Şak diye açılıyor kapı. Eşikten atladığım gibi sokağa fırlıyorum. Ardımdan bir bardak su döküyor ve sesleniyor:

“Uğursuz gece  zillisi. Murdar ettin dükkânı. Bak kuşlar feryat figan. Gelmeyeydin keşke. Tatlı pişiresin, acı yiyesin inşallaaah!”

Koşuyorum. Birbirine ikiz sokaklarda nefes nefese koşuyorum. Delik delik arıyorum her köşe başını. Bir çıkış arıyorum, bulamıyorum. İnce bir yel esiyor, sonra rüzgâr oluyor, sonrası fırtına… Toz kaldırıyor sokaklar, tozdan önümü ardımı göremiyorum. Bir hortuma tutunuyorum. Dönüyorum, dönüyorum... Aşağılara bakıyorum. Un ufak olmuş evlere, çarşılara bakıyorum. Göklerdeyim, nereye uçuyorum? Ya düşersem! Çok korkuyorum…

Nenemin sesi ile irkiliyorum.

"Kız, kız Fadile. Uyan hele. Ne işin var kuyu başında. Taşa yatmışsın bir de. Hiç taşa yatılır mı? Uşağın olmaz sonra. Vay başıma gelenler, pijama da ıslanmış, demir gibi buza kesmiş her yanı. De hadi gel çıkaralım üstünü."

Kızmıyorum, küsmüyorum, kuş gibi hafifliyorum…

Tuba Akgül Özgür

26/04/2024

29 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page